Üç Sonbahar

1965 Eylül’ünde Erzurum Tren Garına elinde bir bavul ve battaniyeye sarılmış  döşekle bir genç kız indi. Yakası eprimiş gri mantosunu eliyle ütülüyormuş gibi yaparak düzeltti.  Güneş henüz doğmamıştı. Sabahın soğuk havasını içine çekti. “Hadi bakalım !” dedi kendi kendine. “Hadi İoanna !”

İoanna, 4 Ekim 1936’da İstanbul’da doğdu. İlkokula başladığında, eczacı olan babası asker olarak Mardin’e sevk edildi. Babası dönünceye kadar da eczanenin işlerini annesi Efimia Hanım yürüttü. Efimia Hanım, Çorlu’dan zorunlu göçle İstanbul’a gelmiş bir ailenin kızıydı, liseyi bitirmişti.

Varlık Vergisi Kanunu 1942 sonbaharında çıkarıldı. O zaman Beyoğlu’nda iki eczane vardı. Biri hayatı boyunca eczanesine ilaçtan başka hiçbir ürün sokmayan babası diğeri de tarihi Rebul Eczanesi. Ama varlık vergisiyle Rebul Eczanesine  bin lira , babasının eczanesine onbeş bin lira vergi kondu. Babası askerdi, 2 nci Dünya Savaşı nedeniyle doktor ve eczacılara 45 yaşına kadar askerlik yaptırılıyordu. Annesi borçlanarak, büyük zorluklarla ve bütün birikimlerini satarak, çıkarılan bu vergiyi ödemeye çalışıyordu. Annesinin kederli ve isyankar gözlerinde o “ayrımcılığın” acısını gördü. İonna yedi yaşındaydı ve ilkokula henüz başlamıştı.

1955’ in 6 Eylül’ünde, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bombalandığı haberinin önce öğle saatlerinde radyoda sonra da yıldırım baskılarla basında planlı ve kışkırtıcı bir şekilde duyurulmasıyla ve baştan sona Özel Harp Dairesinin adamlarınca yönetildiği sonraki yıllarda ortaya çıkan olaylarda, başta Beyoğlu olmak üzere İstanbul’un birçok yerinde azınlıklara, azınlık mallarına saldırılar başlamıştı.

Aslında Kıbrıs olayları nedeniyle bir süredir Rumlar tedirgindi, İoanna’nın evinde ve çevresinde kısık sesle konuşan büyükleri birbirlerine “Bir şeyler olacak” diye fısıldıyorlardı.

Beyoğlu’nda başlayan saldırıların haberi Kınalıada’ya yıldırım gibi düştü. Hele birazdan Burgazada Kilisesinin sürekli çalan çanları ve uzaktan da olsa görülen kargaşa ve kiliseye doğru koşuşmaca Kınalıada’yı daha da hareketlendirdi. Büyükada ve Heybeliada’da da saldırı ve yağmaların başladığı haberleri geliyordu. Heybeliada’daki askerler ancak kendi adalarındaki saldırıları önlemeye yetiyordu.

Babası o gece Beyoğlu’ndaki eczanelerinde nöbetçiydi, haber alamıyorlardı. Yağmacıların sopalarla önlerine ne gelirse kırdıkları, insanları öldürdükleri, Rum kadınlara tecavüz ettikleri haberleri geliyordu.

Zaman sanıldığı gibi geriye ya da ileriye giden bir şey değildir. Zaman geçmiş ya da gelecek de değildir. Zaman mekan da değildir, hareket de, boyut da.

Zaman; bu organize kötülüğe, bu organize lince, bu barbarlığa  razı olmayacak ve balıkçıları, kayıkçıları, meyhanecileri, faytoncuları, gençleri ve ihtiyarları organize ederek, karakolundaki fazladan birkaç tabancayı adalı gençlere dağıtıp onları mevzilere yerleştirerek, sandalcıları küreklerle, halkı bıçak ve uzun sopalarla kıyıya yanaşmaya çalışan yağma ve tecavüzcülerin karşısına dikerek kahramanca savunmayı örgütleyen, yüzyıllardır iç içe yaşadığımız yurttaşımız olan Rum’ların canlarını, mallarını, ırzlarını savunan Komiser Kemal’in adıdır.

İoanna ,Komiser Kemal’i hiç unutmadı.

Kemal komiser, hiçbir yerden yardım gelemeyeceğini anladığında süratle Rum aileleri Türk ailelerin evlerine dağıttı ve çağrılar yaptırarak silahı olan, sopası olan , şerefi olan bütün erkekleri yağmacıların yanaşmaya çalıştıkları sahile yığdı, kendisi de tabancasını çekip en önde havaya birkaç el ateş ederek kararlılığını gösterdi, yağmacılara küfretti, adalı gençlere cesaret verdi.

Gösterilen direnç karşısında adaya çıkamayan yağmacılar tekneleriyle gerisin geri ve bağıra çağıra denizde gözden kayboldular.

İkinci geceyi de korku içinde geçiren İoanna olayların bastırılmasıyla birlikte hemen Beyoğlu’na giderek babasını buldu ve bir uçtan bir uca tüm Beyoğlu’nu yürüyerek geçti, bir yandan da dudaklarından şu sözler dökülüyordu. “Olmaması gerekeni yapmışlar!”

Baştan sonra cam kırıkları, bezler, bezler, ayakkabılar, yere dökülmüş yağlar. Yağ kokuları… Hayatı boyunca hep burnunda duyacağı o koku…

İoanna, 19 yaşında ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü birinci sınıfındadır.

Balat’da komşusuna sığınan bir Rum kadın, yağmacılar kendisine bir şey yapmasın diye bir yandan eline geçirdiği Türk Bayrağı’nı sallamış , bir yandan da kendi evinin yanışını seyretmişti, göz yaşlarını gizlemeye çalışarak.

Bu olaylarda İstanbul’da Rumlara ait 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân tahrip edildi. 11 kişi öldü, 30 kişi yaralandı ( resmi rakamlara göre).  Ayrıca tahminen 400 kadının tecavüze uğradığı fakat utanç ve korku nedeniyle beyan etmedikleri sanılıyor.

1960 yılının baharına doğru artık ülke genelinde oluşan hoşnutsuzluk üniversitelerde had safhadaydı. Hocaların büyük kısmı hükümetin bir an önce gitmesini istiyorlardı. Öğrenci olayları devamında da 27 Mayıs 1960 darbesi oldu.

İoanna ,Felsefe Bölümünü bitirip aynı bölümde hocası Profesör Takıyettin Mengüşoğlu’nun yanına asistan olarak girmişti. Bütün darbelerde olduğu gibi ilk kıyım yine üniversitelerde yapıldı ve çoğu profesör 147 öğretim üyesinin işine son verildi. İşine son verilenler arasında İoanna’ nın “Kendine ait bir görüş geliştirmiş nadir felsefecilerimizdendir” dediği hocası Takıyettin Mengüşoğlu da vardı. Bu haksızlık nedeniyle yüreğine binen isyan duygusuna ve ağırlığa dayanamadı. Üniversitedeki o cadı avında, o korku ortamında “ Kişi” başlıklı bir yazı yayınladı.

 “İnsanca yaşamanın ön koşulu; insanın, daha doğrusu kişinin ana değer, kayıtsız şartsız ana değer olduğunu kavrayabilmek… Don Kişot’ça da olsa bir şey yapmaktır.”

Tabi kendisi de uzaklaştırıldı.

“Felsefeyle uğraşmaya ve felsefe okumaya beni götürenin ne olduğunu, yine arkadan baktığımda, görebiliyorum. Bu, aynı kişilerin, aynı kişi eylemlerinin, aynı durumların, farklı kişilerce farklı değerlendirmesidir. Birçok haksızlığın, birçok adaletsizliğin nedeni olan bu olgu, beni çok genç yaşlarımdan beri rahatsız ediyordu. Daha sonra bunu felsefî bir problem olarak ele aldım. ‘İnsan ve Değerleri’ ve ‘Etik’ başlıklı kitaplarımın hareket noktası bu olgudur.” diyecekti yıllar sonra.

Bir süre sonra oluşan tepkiler nedeniyle öğretim üyeleri işlerine iade edildi. Fakat asistanlık için İoanna’ya yeniden sınava girmesi gerektiği söylendi. Sınav jürisi üç hocaydı. Kendi hocası yüz tam puan verdi. Diğer hoca sıfır (bir daha yazıyorum sıfır) verdi. Üçüncü hoca; bu onların akademik, kariyer ve kişilik kavgası, ben karışmam diyerek çekimser kaldı. Üniversitede hocaların intikam, makam, kişilik, darbecilik kavgalarında kan gövdeyi götürüyordu. İoanna resmi asistan olamadı. Fahri olarak hocasının yanında “Schopenhauer ve Nietzsche’de İnsan Problemi” adlı çalışma ile doktorasını tamamladı.

Erzurum Üniversitesi’ne Felsefe Bölümü açılacaktı. Bölümü kurması için çağrı geldi. Hocam ben giderim oraya, dedi. Hocası Takıyettin Mengüşoğlu’nu razı etti ve bir bavul ve bir yatakla Haydarpaşa’dan trene bindi.

1965 yılının Eylül ayında hüzünlü bir İstanbul’du. Adaların belli belirsiz ışıkları parlıyordu.

Dört düğmeli gri mantosuna iyice sarıldı. Hep yanında taşıdığı, Antoine de Saint-Exupéry’nin ‘Küçük Prens’i ni açtı, çünkü bu kitap sevgiyi, dostluğu, önyargıları iyi anlatırdı.

Evet sevgili okuyucu; 1965 yılının soğuk bir Eylül sabahı felsefeci İoanna Kuçuradi Erzurum Üniversitesi Felsefe Bölümünü kurmak için Erzurum Garında trenden indi, elinde tek bir bavul ve yatağı vardı.

İsminin yabancı oluşu, Rum asıllı oluşu, Felsefeci oluşu, bekar ve güzel bir genç kadın oluşu…

O yıllarda ABD ve Özel Harp kontrolünde Komünizmle Mücadele Dernekleri örgütleniyordu.

Uzun süre ajan dediler, komünist dediler, dedikodusunu yaptılar. Bir salonda öğrencilere “Biricik hocamız !“ diye takdim edildiği için “Komünistten biricik hoca mı olurmuş” diyerek bir meczup bıçak çekti ve bu sevgili insana, felsefemizin Çalıkuşu’na, değerler, etik ve insan hakları filozofuna saldırmaya çalıştı. Onu seven öğrencileri; ruhu kötü, ahlakı kötü insanlar sevgili hocalarına bir zarar vermesin diye aylarca gizli gizli hocalarını takip ettiler.

Onun değer, değerler, etik, etikler, insan ve insan hakları görüşleri çok daha uzun bir yazı konusudur. İlerde ilim ve irfanım yeterse onu da yazarım umarım. Fakat bir görüşünü yazmadan da bitirmek istemiyorum;

“Değer harcayan bir muameleye uğramamak, kişinin elinde değildir, ama bir eylemi yapmak ya da yapmamak elindedir. Örneğin haksızlığa uğramamak kişinin elinde değildir, ama haksızlık yapmamak elinde. “Ben kimseye işkence yapmam” demek ve belirli bir durumda yapmamak kişinin elinde. Ama bazen bir şeyi yapmamak zor olabilir. Bu, Ben yapmam’ı söyleyip yaşarken gerçekleştirmek için kişinin her şeyden önce insan olduğunun farkında olması gerek.”

                                                                     İoanna, nın Erzurum’daki çalışma masası.

Akademik hayatını halen Maltepe Üniversitesi’nde sürdüren Prof. Dr.İoanna Kuçuradi, aynı üniversite bünyesindeki İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin de yöneticisidir.

Eserleri, çevirileri, uluslararası faaliyet ve görevleri ile yaşam öyküsü için;

https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0oanna_Ku%C3%A7uradi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir